Konuk yazarımız Naci Bayramoğlu’dan güzelliğe ayna tutan bir yazı…
Ayna, “merak” duygusunun nesneleşmiş bir sürümü olarak piyasa çıktığında biri, “bir su birikintisine” bakmıştı… Bu birikintiyi ışık ve yansıma prensipleri ile taklit etti… Aynayı bir eşya kılmayı başardı sonraları… Merak ettiği şey kendisiydi… Önce korktu… Yabancıydı gördüğü şeye… Sonra “alıştı” suretine… Sonra da “değişmek” istedi… Değişimi tanımladı, “güzelleşmek istiyorum” dedi… Güzelliği, “insan bedeninin matematiği” ekseninde tanımladı… Kendisinden başka “güzel” olsun istemedi zamanla… “En güzel ben miyim?” Hasediyle danıştı aynalara…
Yer yer inandı aynanın yalanlarına, yer yer de didişti onunla…
İşte Ayna, insana doğumundan ölümüne değin eşlik eden tek değişmez oyuncağıdır…
Onunla tanışmaya görsün, bırakmaz elinden… Yaşamını sürdürmesi gereken temel ihtiyaçlarının ardından bir evde insana eşlik eden en eski ve köklü eşyâdır ayna… Bir kapının içe doğru açılması pratiğinden daha eskidir aynalarla kurulan medeniyet…
Bir kabın içinde yemek yiyebiliyorsa, bir tasta da su içebiliyorsa, sırtını da bir döşeğe dayadıysa eğer, oynamak için bir ayna ona yeter…
Bir ömür “oyun oynar” onunla, usanmadan, didişe didişe…
Duyguları, yaşı, fikirleri, dünya görüşü değişse de; bir ayna karşısındaki hareketleri ve beklentileri hep çocuksu kalır… Saçlarını bir o yana bir bu yana tarar, beyazlarını sayar, sıklığına dair kendisini iknâya kalkışır… Yüzünü boyar, bir sivilceyi sıkarken sıçratır, elbiselerini kontrol eder, beğenir, düzeltir… Traş olur, cildi hakkında düşünür, kendisini birine -özentiyle- benzetir, bir cımbız ucunun hedefine ait doğrusal çizgiyi simetri ile denetler, kırışıklıklarını sayar, “ince telli saçlarım kalın olsaydı, acaba nasıl görünürdüm” gibi manasız sorular sorar, mimiklerine ait geçişleri eleştirir, bazen de konuşur kendisine bakarak bir başkasıyla… Kimi zaman da davranışlarını bir sıraya sokarak, hayat tiyatrosuna hazırlar üslûbunu…
Bir çocuğun sevdiği oyuncağıyla geçirdiği o uzun ve garabet dolu vakit gibi, bütün insanlık oynar sahip olduğu aynayla… Üstelik ciddi bir tavr ı edâ ile…
Lunaparklarda “aynalar” isimli çadıra girip, kendisini tersten, şişman, zayıf ve seçilemeyecek kadar karmaşık görmekten hoşlanan çocuklar gibi…
Aynaların hem bir keşif, hem de bir icat olduğunu söylemiştik…
Ancak, “keşif yoluyla yapılan bir icat” olarak piyasasını oluşturan aynalarla o kadar çok oynamıştır ki insan, kendisine bakmak bazılarını oldukça sıkmıştır…
Acaba, demiştir bazıları, aynayı kendime değil de “göklere tutsam” ne olur..?
Beni aydınlattığı, beni bana anlattığı gibi; fezâyı da aydınlatabilir mi, eflâkı da tanıtabilir mi, şu elimde tutarken kırılan ayna ve onun ışık ve yansıma ile işleyen prensipleri?
Bana ait o “şerefli güzelliği” (eşref i mahlûkât) yansıttığı gibi, içinde bulunduğum dünya ve onu saran o sonsuz boşluğu da bana getirebilir mi? Ya düşündüğüm gibi “karanlık” değilse onun da yüzü… Madem ben, bütün âlemin bir özetiyim “insan” olarak, öyleyse belki de bu ayna, beni gösterdiği gibi “âlemleri” de gösterebilir, demiş… İşte kendisini aşarak, o büyük tasarımın yansımasını aramış birileri de göklerde…
Güzelin ve güzelliğin tek yönü değil, belki bütün diğer cihetlerinin de özeti biblo insan varlığı olduğundan, dürtüsel olarak evirip çevirmeye, büyütmeye başlamış aynanın boyutunu… Onun işleyiş prensiplerini, mikrodan makroya dönüştürmenin yollarını aramış… “Zerreden Şemse”, yani en küçük parçadan tâ güneşe doğru tutmuş yüzünü…
O “birileri”; Pozitif bilimlerin ilim adamları….
Peki ne yapmışlar -farkında olmadan- bu düşünceyle… Bu dürtülerle… ? O dibi eşelenemez merakla…
Mercekli teleskop, uzakların ıraklığını pek de çözemeyince, bir ayna karşısına geçen bilim adamı kara kara düşünürken kendisini gördüğünü fark etti… Aynanın öğrettiği yansıma ve iletme özelliğini kullanarak, 1668’de ilk “aynalı teleskopu” efsanevi İngiliz bilim adamı Sir Isaac Newton yaptı ve aynanın “bize dönen” yüzünü göğe çevirdi…
Aynalı teleskopun, önceki mercekli teleskoptan farkı, her şeyden önce bütün renkleri aynı biçimde yansıtmasıdır… Görüntüye renk vermesidir… Onu bir manada boyaması, güzelleştirmesidir… Ayrıca mercekli teleskopların ilkelliğinde görüntü bulanık ve çamurlu idi… Renk sıçramasıyla gökleri keşfetmenin zorluğu işte bir “aynanın sırrında” böylece çözülmüş oldu…
Alman astronom William Herschel de aynalı teleskopu geliştiren bir diğer dehâ isim…
Aynaları o kadar çok sevmiştir ki Herschel, teleskopuna ait aynaları bizzat kendisi taşlamış ve cilâlamıştır… Bugün adını “Uranüs” olarak bildiğimiz gezegeni, bir aynanın yardımıyla keşfeden William Herschel, 1781’de aynanın yansıttığı Uranüs’le yetinmedi ve sonraki otuz yılda da sistematik bir yıldız ve bulutsu kataloğu hazırladı…
Objektif merceklerinin ya da aynanın alanı büyüdükçe ışık toplama gücüde artıyor…
Bugün kullanılmakta olan büyük teleskopların çoğu aynalı teleskoplardır. Bunun bir nedeni, kusursuz bir ayna yapmanın kusursuz bir mercek yapmaktan daha kolay olmasıdır. Bir başka neden de, aynanın belirli bir yüzeye yerleştirilerek doğru konumda kolayca tutulabilmesidir… Büyük teleskoplarda, objektif merceklerinin yada aynanın bulunduğu tüp bölümü, gökyüzünün her yönüne dönebilen bir sehpanın üzerine yerleştirilir; böylece, seçilen gökcisminin, Dünya’nın dönmesinden kaynaklanan hareketi sırasında da izlenmesi olanaklı olur… En büyük aynalı teleskoplardan biri, 1935-48 arasında, ABD’de California’daki Palomar Dağı Gözlemevi’nde kurulmuş olan 5,1metrelik Hale teleskopudur. Teleskopun yalnızca aynasının ağırlığı 18 tondur, aynayı taşıyan tüp 17 metre uzunluğundadır ve 140 ton ağırlığındadır. Sehpasıyla birlikte teleskopun toplam ağırlığı 500 tona ulaşmaktadır… ABD’de Arizona eyaletindeki Kitt Peak’te kurulu olan gözlemevinde ise bir düzineden çok teleskop vardır… Bunların en büyüğü, yapımı 1973’te tamamlanan 4 metrelik Mayall aynalı teleskopudur… Güneş etkinliklerini incelemek için kullanılan, dünyanın en büyük Güneş teleskopu da Kitt Peak’tedir… Bu teleskopa ait ayna yüzeyini silmek ve folyosunu değiştirmek aylarca sürebilmekte… (National Geography’in bir belgeseli sadece bu aynaları silen insanların yaşamını konu alır.)
Artık insan, aşağıdan bakmıyor… (bakıyor ama!) Bir aynayı alıyor ve uzaya fırlatıyor… Bilinmezlikten uzaydaki aynaya, buradan da aşağıdaki bir başka dev ayna ile görüntü elde ediliyor… (1990’da, Hubble Uzay Teleskopu fırlatılmıştır; ama teleskopun aynalarından biri arızalı çıkmıştır.) Hatta önce Ay’a sonra da mümkün olursa insanlık diğer gezegenlere aynalar yerleştirerek evrenin kendi sınırlarını tam olarak çizmeye girişecek…
DNA’da sırlarını günümüze kazandıran mikroskopların, “mercek ve ayna işbirliği” ile çalıştığını saymazsak ayıp olacak aynalara… Işık, zamanın birimi olduğuna göre, bir ayna da ışığın bütün sırlarını madden çözebildiğine göre “bir ayna” insandan uzaya bütün alemin anahtarını elinde tutan büyük esrârın bir diğer adı…
Kendimize bir ayna ile bakıyoruz… Beğeni ve güzelliği ona danışarak seçiyoruz… Bir mikroskobun ucunda, yerküreye ait parçaların güzelliğinde sarhoş oluyoruz… Çatılarda sularımızı aynalar ile ısıtıyoruz… Ve bir aynayı göğe tutarak da “sahnenin” aslında ne kadar büyük olduğunu anlamaya çalışıyoruz…
Güzeli arıyor, güzeli gösteriyor aynalar, nereye tutarsak tutalım…
Naci Bayramoğlu